19 Nisan 2020 Pazar


                                                                   AĞLARSAN ÖLÜRSÜN

Yer, topuklarıma kafa tutuyordu basıncının verdiği erotik haz ne kadar hoşuma gitse de tadını çıkartamazdım. Mücadele etmem gerekiyordu. Zemine kafa tutup sinsice adımlarımı güçlendirdim. Etrafımda bir yükselip bir alçalan sesler, karanlık gökyüzü altında cilveleşiyorlardı. Ben ise…  Ne zaman öleceğimi anlamaya çalışan bir böcek gibiydim. Anlayacaktım, kararlıydım. Babam beliriverdi “hadi eclip, hazır mısın?”
“baba korkuyorum” diyebildim. Bir an da bakışlarının bir yılan gibi tısladığına yemin edebilirim. Bir çocuğun sürekli söylediği ve bunu söylemesinin çok normal olduğu bir kelimeydi. Babamın bakışları damarlarımda öfkenin parlamasına neden oldu. Elini bıraktım, kendim yürüyecektim. Gözyaşlarımı içime atarak operasyonun gerçekleşeceği yere doğru yürüdüm.
Hayatım boyunca da bunu yapacaktım. Gözyaşlarımı içime akıtacaktım. Acımasızlığın, merhametin olmadığı bu dünya bana da merhamet etmeyecekti. Bu yetmeyecek beni içerisine alacak ve bir daha bırakmayacaktı. Peki, suçum neydi? Bu yer için doğmuş olmam mı? Yetmeyecekti, biliyordum.
Gözümün içinde var olan küçük plastik parça ellerimden sadece gözyaşlarımı almayacaktı. On beş sene boyunca dostlarımı, sevdiklerimi, hayatımı, her şeyimi süpürecek; kendisinin oluşturduğu yeni bir hayat yaratacaktı.
Ben ise sadece kasabamızın suçlularını öldürmeyecektim. Her geçen gün ne kadar iyi duygum varsa onları da öldürecektim. Madem öyleydi ben de öyle yapacaktım. Hayat beni buna yükümlendirdi ise yapacak bir şey yoktu. Elimden gelenin en iyisini yapmaya hazırdım.
Yarım saatlik ameliyat ve bir saatlik uyku sonrası zihnim kendine gelmeye başladı. Narkoz beynime hükmetmişti, başımın ağrısı da bunun bir göstergesiydi ama asıl ağrı gözlerimdeydi. Öyle sızlıyordu ki sanki biri göz bebeklerime iğneler saplıyordu.
Daha fazla dayanamayıp, gözlerimi açma kararı aldım lakin başaramıyordum. Gözlerimin üzerine çekilen set buna mani oluyordu. Bütün benliğimin parmaklarımın ucundan akıp gittiğini hissedebiliyordum. Artık acımasız, vicdansız ve katil bir insan olacaktım. Tabii buna insan denilecekse…
Beş sene sonra…
Topuklu ayakkabılarımın sesi yürüdüğüm koridorda ‘komutanın kızı geliyor’ çağrısı yapıyordu. Herkes bana yol açıyor ve geçmeme müsaade ediyorlardı. Ne kadar bundan haz almasam da bazen onları korkutmak hoşuma gitmiyor değildi.
Komutanın kızı olmam haricinde benden korkmalarının bir sebebi daha vardı: vazifem. Burada köyün suçluları ağır cezalar alır ya da öldürüldü benim ilgili olduğum suçlu kadrosu ise: tecavüzcüler idi. Ben ceza vermiyordum, çok ağır bir şekilde öldürüyordum. Acımıyor, merhamet göstermiyordum. Bu tür duyguların bulunduğu yerde hüzün ve üzüntü peyda olur ve sonuç gözyaşıdır. Hiçbir yol buna çıkmamalıdır.
Buradan önceki hayatım, içimde barındırdığım bir sandığın içindeydi. Her türden güzel duygularım; hüzünlerim, merhametim, vicdanım; sonra sevdiklerim, geçmişimde kaybolup giden dostlarım, aşklarım… Hepsi oradaydı ve orada olması beni felakete götürmesi için çok muhtemel bir sebepti. Onu yok etmem gerekiyordu ama yapmıyordum, yapamıyordum. Onların orada barınması beni şu bacaklarımın üstünde tutan şeydi. Enerjimi, gücümü oradan alıyor oradan besleniyordum. Onu yok etmem demek bütün varlığımı ortadan kaldırmam demek olurdu.
Karınca yavrusu gibi önümde dağılan topluluk yolumu benim sonsuz yeşilliğime açmışlardı. Köyümüzün en sevdiğim yeri, saklandığım eşsiz ormanıydı. Kendimle yüzleştiğim tek yer orasıydı. Orada kendime yalan söylemiyor, içimi ormanın pürüzsüz esintisine döküyordum. Adımlarımı hızlandırdım, bir an önce varmak istiyordum.
Ayaklarımın altından kulaklarıma kadar gelen çalı çıtırtılarının sesi, içimi gıdıklıyordu. Yavaşça esen rüzgâr ciğerlerimi temiz oksijenle dolduruyor, adımlarımın hızı her geçen saniye daha da azalıyordu. Ellerim ağaçların tırtıklı gövdelerinde geziniyor, parmak uçlarımdan kaybettiğim benliğimi buluyor gibi oluyordum. Göz kapaklarım çoktan düşmüştü. Güneşin, ağaç yapraklarının arasından bana göz kırpışlarını kaçırmak istemiyordum. Yavaşça aralayıp bakışlarımı gökyüzüne çevirdiğimde sıcak ışığın tenimi sevmesine -büyük bir memnuniyetle- izin verdim. Kuş cıvıltıları yaprakların hışırtısına eşlik ediyor, güneşle olan bu romantik anıma şahit oluyorlardı. Bünyeme ağır gelen şiddetli huzur, bacak kaslarıma ağır geliyor ve yapışık ıslak yosunlarla kaplanmış bir kayanın oturmama sebep oluyordu. Ruhum bedenimden ayrılıp, delicesine burada kaybolmak istiyordu. O kadar haklıydı ki… Bu kirli bedenin içine hapsolmuştu. Parmaklıkların ardından yaptıklarımı izliyor ve içimde acı çekiyordu. Beni istemiyordu.
Aniden anlımdan kurşunlanmışım gibi zihnimden bir görüntü gözlerimin önünde beliriverdi. Bir adamın kafasını 500 yıl boyunca sivriltilmiş bir baltayla kesişim ve ılık, yapışık kanın ağzıma doluşu…  Beynim uyuşmaya midem kavrulmaya başladı. Soluklarım hızlandıkça hızlanıyor, akciğerlerim gittikçe daha çok sızlıyordu. Vücudumdan dehşetle çıkan ateş, derimi yırtarcasına yakıyordu. Kaslarım keskin bir ip gibiydi. Organlarımı doğruyor içimde bir katliamın çıkmasına sebebiyet veriyordu. Beynim bu katliama dayanamayacak ‘yeter bu kadar’ deyip zihnimi kapatacak diye bekliyordum ama yapmıyordu. Ruhum ölümcül çığlıklar atıyorken bedenim ise bana işkence etmeye devam ediyordu.
Bu debdebe içerisinde gözlerimi acıyla açtığımda ayaklarım var gücüyle beni bir nehir kenarına getirmişti. Topuklu ayakkabılarım çoktan ayağımdan çıkmıştı. Çıplak ayaklarımı kesip biçen otlar onları çok sevmemin karşılığını veriyorlardı. Nehre vardım ve ayaklarımı nehrin soğuk suyuna daldırdım. Ayak tabanımda açılan küçük kesiklerden süzülen kanı izliyordum. ‘bu neydi ki?’ diye düşündüm. Ben arterin yüzüme püskürttüğü kanın koyuluğu arasında boğulmuş bir insandım. Sanırım midem bu düşünceme daha fazla dayanamayıp ne varsa yakarak ağzımdan çıkardı.
Ayaklarımı sudan çıkarıp yüzümü yıkamaya karar verdim. Şu an o katil kadından eser yoktu. Yüzüme çarptığım her darbe keskin suyun haşinliğiyle beni kendime getiriyordu. Bünyem sakinleşmeye başlamış olsa da bir gün yine bu hale geleceğimin farkındaydım.
Acılarımın ağırlığını gözyaşlarımla dindireceğime bilincimin de yardımıyla kusarak bastırıyordum. Aklımın derinliklerinden gelen fısıltılar kulaklarımı kemiriyordu. Onları susturmaya çalışmak yerine işkence görmeyi tercih ederdim keza delice bir eziyetti. Kaçmamı ve kendimi kurtarmam gerektiğini söylüyor tam böyle vakitlerde üzerime çullanıyordu. Çünkü en zayıf olduğum anlar tam olarak bu anlarımdı. Bedenim, taşıdığım yükün verdiği ıstırabı bazı vakitlerde kaldıramıyor ve ruhumu biçare halde yapayalnız bırakıyordu.  
Güneş gidişini belli etmeye başlamış, arkasından bıraktığı siyahlığın açık mavi göğü silmesine müsaade etmişti. Kuşlar yuvalarına, ayılar inine girmeye başlamış; güneşin gidişiyle içine kapanan çiçekler, arıları kovanlarına kapatmıştı. Orman yavaşça uykuya geçiyordu. Oturduğum nehir kenarından kalkıp ayakkabılarımı bıraktığım yere doğru yürümeye başladım. O an da bende vicdanımı uykuya geçirdim,  ayakkabılarımı giydim ve yarattığım korkulu gözlerin içinde kaybolmak üzere inime çekildim.

Yine o tiz siren sesiyle uyandım. Kulaklarımı adeta tırmalıyor beynimi lime lime ediyordu. Bu aynı zamanda benim içindi. Bir suçlu vardı. Kalbim göğüs kafesimden çıkacakmış gibi atması belimden aşağısının uyuşmasına sebep oluyordu. Ruhumun içimde kıvrandığını hissediyor ve hiçbir şey yapamıyordum. Ciddi yüz maskemi suratıma yerleştirdim, hazırlandım ve aynaya baktım.
Ürkütücüydüm. Bu beni başka bir yerde görsem ödüm kopabilirdi. Boydan geçirilen siyah kıyafetim, işimi ciddiyetle yaptığımın bir göstergesiydi - babam genellikle öyle söyler-. Saçlarımı atkuyruğu yapmıştım. Bu kaşlarımı gergin tutmamı sağlıyor ve ciddiyetime ciddiyet katıyordu. Güç göstericilerimi giydim – topuklu ayakkabılarımı-. Artık tamamdım.
 Bir adam daha öldürecektim. Başka bir tecavüzcüyü… Böyle telaffuz edince içim biraz daha soğuyordu. Bu ağır suçu onun ölümüne sebep oluyor ve bunu hak ediyordu. Ben son nefesini almadan önce işkencelere maruz kalıyor ve elime geldiğinde zaten ölmek için yalvarıyordu. Tecavüz, vicdanın ölüm durağıydı. Bundan sonrası acımasızlığın kör duvarları altında kalmaktan başka bir şey değildi.
Gücümü yerden aldıkça alıyor silmem gereken düşünceleri, duyguları siliyordum. Zihnime katil sinyalleri gönderiyor karakterimi tümüyle karanlığa boğuyordum. Her adımım da buna daha çok daha çok bürünen ruhum ise çırpınmaktan pes ediyor ve kendini kucağıma bırakıyordu. Gerilen bacak kaslarım yürümemi zorlaştırsa da zamanın verdiği deneyimle bunun üstesinden gelmeyi başarıyordum.
Sorgulama alanına geldiğimde boyu iki metre olan iki asker, suçlunun kollarına girmiş yerlerde sürünen bedenini ayakta tutmaya çalışıyorlardı. Yanlarına doğru yaklaştım. Askerler beni gördüklerinde hazır ol durumuna geçtiler ve adamın aciz bedeni ayaklarımın önüne serildi.
Gözlerimi yerde çamura bulanmış adamdan çekip askerlerden birinin soğuk suratına baktım ve:
“İsmi nedir?” diye sordum. Bu bilmem gereken hususlardan birincisiydi. Babam bunu pek önemsemezdi hatta bazen adını bile sormadan işkenceye gönderdiği olurdu. Ama ben yapmıyordum. Ne kadar silmeye çalışsam da geçmişimdeki insanların hepsini her şeyiyle hatırlıyordum. Karşıma çıkmaları benim ölüm fermanım olabilirdi.
Suratına doğru baktığım asker selam verip “Sky Drimm” dedi. Kelimeler ağzından çıkarken ki zaman o kadar yavaştı ki harflerin tek tek acıta acıta kulaklarıma geldiğini beynime yediğim bir vurgunla hissetmiştim. Ölüm fermanımı az önce zikretmem ve anında imzalanması hayatımda ilan edebileceğim en büyük ironiydi.

Şaşkınlığım yüzümden okunuyor olacak ki asker ‘ne var?’ dermişçesine yüzüme bakıyordu.  Kafasının tamamı çamura gömülmüş olan adam yüzüme bakmaya çalışarak kafasını yerdeki çamur batağından kaldırdı. Canının yandığını bağıramadığı sesinden, hareketinin oluşturduğu acıyı kaşlarındaki çaprazlaşmadan anlıyordum. Artık tamamen emindim. Bu oydu. İçimde köşe bucak sakladığım benim bile delicesine kaçtığım gizli sandık açılmıştı. Karşımda gözlerine dehşetle baktığım insan geçmişimden şu anıma bir meteor gibi düşmüştü. Ölüm fermanımı zihnim bilircesine tararken, kılcal damarlarıma kadar hissettiğim adrenalin vücudumu akıl almaz bir titremeye bırakıyordu. Daha kötüsü ise eskiden ona hayatımı adamış olmamdı…
Acıyla yanan gözleri hala aynıydı… Işıl ışıl. Bir adrenalin patlaması daha bedenime püskürdü. Gırtlağıma kadar hissettiğim heyecan duygusu beni korkutmaya başlamıştı. İki adım gerilemek zorunda kaldım. Beni tanımaya çalışıyor, tanıyor gibi oluyor sonra vazgeçiyordu. Yaşadığı işkence bilinç bulanıklığı yapmış olmalıydı.
“İşkenceye götürün!” emrini verdim. Birkaç saniye daha beklemem ona sarılıp ağlamam için yeterli bir süre olabilirdi. Askerler Sky’ı yerden kaldırdı ve sürükleyerek koğuşa doğru götürdü.
Nabzım beynimde atıyor gibiydi. Avuçlarım terlemeye dizlerim titremeye başladı. Kulaklarım çınlıyor, zihnime düşen anılar gözlerimin önüne kesik kesik geliyordu. Ellerimi tuttuğunda hissettiğim tarif edilemez sıcaklık, gözlerime baktığında bakışlarındaki ışıltı… Masumane bir sevgiden doğan, küçük olsak da birbirini kocaman seven bir çifttik. Kalbimin atışlarını göğsüme yaptığı sert vuruşlarından ne kadar vahim bir durumda olduğumu anlıyordum. Nefes alışverişlerim hızlandığından dolayı başımın dönmesi ve zeminin tabanlarımın altından kayması bir oldu.
Sendeledim ve aniden babamın tek hamleyle kolumdan tutuşu, çamurla banyo yapmamı engelledi. Gözlerindeki dehşet verici kini ve öfkeyi iliklerime kadar hissediyordum. Tek kelime bir şey sormayıp söylemeden tuttuğu kolumdan çekiştirmeye başladı.
Çadırı, etrafına dizilen çadırlardan daha büyüktü. Bazen çadırının içinde ailecek (asla muhabbetin olmadığı konuşulsa bile iyi şeylerin konuşulmadığı bir aile sofrası olurdu.) yemek yiyor evimizde kalmak yerine çadırda kalıyorduk.
Kolumu sıktığı yer uyuşmaya başlamıştı ki, çadırın içine gelince bıraktı. İçerde, tahta bir çalışma masası vardı. Ölüm listelerinin olduğu kocaman dolabı vardı ve bunu masasına yakın koymayı tercih ederdi. Her şey elinin altında olmalıydı. Çadırının bir köşesinden diğer köşesine uzanan bir dolap daha vardı ki küçükken buraya geldiğimde en çok korktuğum şey bu dolap olurdu. İçinde büyükten küçüğe doğru dizilen bıçaklar ve silahlar asılıydı. Eski olduklarından dolayı babam onları kullanmıyordu.
-‘Atalarımızın mirasları’ diye söylenir durur hep-.
“Kim o adam?” dedi yüzüme doğru hırlayarak. Beni çekiştire çekiştire getirdiğinden dolayı içimde barınan öfkem bu sözüyle daha da alevlenmişti. Kim olduğunu sorduğuna göre de hatırlamamıştı. Benimle oynuyor olma ihtimalini de bir kenara atarak vereceğim cevabı düşünmeye başladım. Bilmezlikten mi gelmeliydim yoksa doğruyu direk söylemeli miydim? Bilmezlikten gelsem anlayacaktı, doğruyu söylesem canımı…
“Yeni suçlu” diyerek ortamı toparlamaya çalıştım. Başka yöne dönük olan yüzünü bana çevirdi. Sol kaşı havadaydı. Hatırlıyordu. Kalbimin adeta içine çekilip sıkıştığını hissediyordum. Yavaş adımlarla üzerime doğru gelmeye başladı.
“Kim olduğunu gayet iyi biliyorsun Eclip. Bende gayet iyi biliyorum. Onu gördüğün zamanki halinin de her anına şahidim. Umarım şüphelerimde yanılmışımdır değil mi kızım?”
Bana sadece kızdığı zamanlarda kızım derdi. Öfkesinin şiddetini hem buradan hem de bunları söylerken ki tıslamasında anlaşılabilirdi.  Alnımdan gelen ter damlası yanağımı yakarak akıp gidiyordu. Gözlerini gözlerimden ayırmıyor vereceğim cevap alnımdan süzülen ter oluyordu.
Tekrar koluma yapışıp sürüklemeye başladı. Yürüdüğümüz yol işkence odalarına doğruydu. Zihnimden geçen ani tahmin bilincimin uyuşmasına neden oluyordu. Bu iyi bir şeydi bayılırsam benim kurtuluşum olabilirdi. Sendeleyerek, tökezleyerek Sky’ın olduğu işkence odasının önüne geldik. İşkence odalarında suçlunun derecesine göre muamele edilirdi. Tecavüz yüksek mertebelerden biriydi ve acıma yoktu. Saatlerce dövülüp aç bırakılır, kırbaçlanır ve sağ kolu kesilirdi. Bana işkencesini izletecekti. Ben hamle yapıp elinden kaçmayı düşünürken bir askere işaret verdi ve:
“Ellerini tut ve asla bırakma” dedi. Asker bir bana bir babama bakıyordu. Babam sol ayağını yere vurup “Hemen!” diye bağırdı.
Asker beni el bileklerimden yakaladı ve belimde birleştirdi. Yapmaması için yalvaran bakışlarımı babama gönderiyordum. Vücuduma yüklenen ağır adrenalinden olacak ki sırtım deli gibi yanıyordu. İstesem kolayca buradan kurtulabilirdim ama babama kendimi kanıtlama kararı verdim. Aksi takdir de benimle sürekli uğraşacak ve canımı yakacaktı. Bir kez olsun tüm gücümle dayanmak en iyisiydi. Ama son bir kez şansımı denemek istedim ve babama acıklı bakışlarımla:
“Yapma baba, lütfen” dememle beraber bakışlarını daha çok sertleştirdi. Yanıma doğru yanaşarak kulağıma eğildi “Senin için Eclip”. Korku duygusunun benliğimde bu kadar canlı bir şekilde hissettiğimi daha önce bilmiyordum. Ağlarsam ölürdüm ve görevimi yerine getiremezdim. Eğer getiremezsem ailem yok edilecekti. ‘Ağlarsan Ölürsün’ kuralından sonra gelen en önemli kurallardan biri de buydu. Görev sahiplerinden biri kendi görevini icra etmediği takdir de ailesi yok edilirdi çünkü sadık olmayan görevli sadık olmayan bir aileye sahip demekti.
Bu işin sonunda içimde sakladığım adamı öldürmek vardı. Düşüncesi bile göz pınarlarımı harekete geçirmeye yetiyordu bu yüzden kendime ‘sakın’ telkinleri vermeye başladım. Böyle düşününce şu anı atlatmak daha olası gelmişti. Bir sonraki darbeye daha kolay hazırlanabilirdim. Babamı ne kadar sevmesem de babam olması onun ölmesini istememe yetiyor, artıyordu.
İşkence odalarını izleyebileceğimiz bir kabin vardı. Asker babamın kafa işaretiyle beni kabine doğru ittirmeye başladı. Siyah kaplamayla kaplı cam onun beni görmesini engellese de ben onu görebiliyordum. Her ayrıntısına kadar…  İki zebani adam tepesindeydi. Yüzündeki kurumuş kan sivrilmiş çenesinde sabitlenmişti. Sağ tarafının koca bir morluğun oturmuş olmasından elmacık kemiğinin kırıldığı belli oluyordu. Saçları kan bulamacının içinde kaybolmuş siyah rengini daha da koyulaştırmıştı. Üzerinde beyaz bir sporcu atleti vardı.
Deniz eşsiz sesini kulaklarımıza bahşediyordu. Ben gözlerimi kapatmış bu güzelliğe taparken, Sky’ın bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum. Sahil en sevdiğimiz yerdi. Oturur ve gelip geçenleri, martıları izler, denizin akışına kendimizi kaptırırdık. Sky en çok koşan insanlara bakar ve onlar gibi olmak isterdi.
“Biliyor musun Eclip, ben de böyle koşmak istiyorum. Hayatım boyunca koşmak istiyorum.” Kapalı gözlerimi açıp, bana bakan heyecanlı gözlerine baktım. Işıl ışıldı.
“Ama beraber…” dedim yanına sokularak. Omzuna yatmayı çok severdim saçlarımı okşamaya çalışırdı ama beceremezdi bende gülüp, eğlenirdim.
Şimdi ise omuzlarına yüzünden akan kan birikintileri birikmiş top haline gelmişti. Her yeri mor halkalarla doluydu. Gözlerinin üstündeki şişlik bir beyzbol topu kadardı. Zebaniler Sky’ı oturttukları yerden bir hamleyle kaldırdılar ve kollarını arkasında bulunan demirlere iki yandan astılar. Kırbaçlanacaktı. Zebanilerden biri kırbacı getirdi ve diğerine verdi. Ayak tabanlarımdan şiddetli yangının izleri yükselmeye başladı. Organlarım sıkışıyor kalp atışlarım dağarcığının zirvelerini yaşıyordu. Dişlerimi sıkma kararı vermiştim. İki çenemi birbirine kilitledim. Bu sayede içimde kopan kıyameti babam duymayacaktı.
Her kırbaç darbesi Sky’ın ağzından kan püskürmesine ve her kırbaç darbesi,  bir köprü üzerinden ölüme gidişimin sebebi oluyordu.  Ayak tabanlarımda başlayan ve belime kadar gelen yangı mideme ölümcül çığlıklar attırıyor, ciğerlerimdeki soluğu içime hapsettiriyordu. Göğsüm yanıyor, başım dönüyordu. Beynim vücudumun hâkimiyetini kaybetmiş hiçbir sistem işlevini yerine getirmiyordu.  Çenemi o kadar sıkışmıştım ki acısı kulaklarımı çınlatıyor, beynimi uyuşturuyordu.
Kırbaç sesi Sky’ın bedeninden ciyaklayarak odada yankılanıyordu. Zebanilerden biri kırbaç darbelerine devam ederken diğeri içeri girip getirmesi gereken materyali getirdi. Sıradaki adım sağ kolunu kesmeleriydi. Kendime bunun bir sonraki adımdan daha kolay olduğunu ikna etmeye çalışsam da vücudumdaki tek bir hücre dahi buna inanmıyordu. Lakin iyi bir yalancıydım bakışlarımın sakin ve sabit olması babamı sakinleştiriyor gibiydi. ‘Bu ne işe yarayacaktı ki?’ dedi zihnimin kuytularından bir ses. Bana daha fazla eziyet etmeyecekti. En azından güvende hissetmeleri için bunu yapmam gerekiyordu. O sırada zebani demir bir baltayı yerde sürükleyerek getirdi. Ses o kadar ürkütücüydü ki ruhumu bedenimden söküp alabilirdi.
Sky’ın asılı kollarını yerlerinden çıkarttılar ve kucaklayıp yine aynı yerine oturttular. Asla hareket edemiyordu. Adeta bir kan havuzundan çıkmış gibiydi. Bedenin her köşesinde kan şelalesi bulunuyor, dehşet derecede kan kaybediyordu. Bu yüzden zebanilerden biri karnından başlayarak tüm bedenini sargı beziyle sarmaya başladı. Aksi halde bana kalmadan ölecekti. Sky, gözlerini dahi açamıyor sadece ağzı açık inliyor, arada bir titriyordu. Sargı, kan rengi vücudunu örterken diğer zebani sağ kolunu masaya yatırdı. Kafam tamamen uyuşmuş, cayır cayır yanıyordu. Yangı her tarafımı sarmış patlamaya hazırlanan bir yanardağ gibi son sıçrayışını bekliyordum.
Zebani baltasını kaldırdı. Ben bakışlarımı Sky’ın gözlerine sabitledim. Bu anı onun gözlerinden izleyerek onu öldürüşümün hazırlığını yapıyordum. Göz kapaklarıma açık kalmalarına adına emir verdikten sonra zebanı baltayı Sky’ın koluna indirdi.

Sky’ın ölümcül feryadı herkesi benim gibi kusturabilirdi. Ruhum bedenimden ayrılıp gitmişti. Ayaklarım karıncalanıyor, avuçlarım kanıyordu. Sadece dişlerimi değil anlaşılan avuçlarımı da sıkıp tırnaklarımı etime geçirmiştim. Bedenim yere yığıldı. Kendimi kaldıramıyordum. Tonlarca ağırlıkta cansız bir eşyadan farksızdım. Kalp atışlarım yavaşlamaya bedenim soğumaya başladı. Artık bende bir ölüydüm. Aslında bu Sky’ı ilk gördüğüm anda zihnimin arkalarından gelen sesin söylediği bir sözdü. ‘Artık sende bir ölüsün’. Bunu tekerrürlerle dilimde dolandırırken bilincimi iyice kaybediyordum. Son kez tekrarlayıp geri kalanını bilinçaltımın kollarına bıraktım.


Gözlerim babamın donduran bakışlarıyla buluştu. Vücudum Sky’ın çektiği her işkenceyi çekmişçesine acı içindeydi. Kalkmaya çalışsam da ne karın ne bacak kaslarım buna müsaade ediyorlardı. Babama yalvarırcasına bakarak “Baba kalkamıyorum” diyebildim. Elini alnıma koydu. Bu hareketini ne kadar bir şefkat gösterisi olarak görsem de bakışları hala aynıydı. “Beş dakikan var Eclip suçlunu sorgulaman gerekiyor.”  Bu işkence izlemekten daha beter bir şeydi. Ona bakmak ve konuşmak benim için ağlamak kadar imkânsızdı. Doğruldum ve başımın dönmesinin geçmesini bekledim. Aksi halde yerlerde yuvarlanmak istemiyordum. Düşünmem gereken ona sorularımı nasıl sormam gerektiğiydi. Birine tecavüz etmesini her ayrıntısıyla sorgulamam gerekiyordu. Ölüm, ona karşı sergilediğim her adımda uzaktan şarkılar fısıldıyordu.
Sonunda sorgu odasının önüne geldik. Babam bir an yanımdan ayrılmıyordu. Kulağıma eğilerek:
“Sizi sadece ben izleyeceğim, ona istediğini sor, söyle.”
Bu benim için bir velinimetti. Sorguyu sadece komutan değil birçok görevliyle beraber izlenirdi. Nasıl bir ayarlama yaptığını bilmiyordum ama babama minnettardım. Bu minnettarlığımı gösterircesine kafamı salladım.
Sorgu odası çürümüş kan kokuyordu. Duvarlara yapışan kan izleri, Sky’a acıyıp ağladıklarının bir göstergesiydi. Çektiği işkencelere duvarlar dahi şahit olmakta zorluk çekmiş gibiydi. Zeminin yapışkanlığı tabanlarımın kaymasına sebep oluyordu. Buraya daha önce defalarca girmeme rağmen hiç bu kadar kötü bir vaziyette görmemiştim. Varlığım bütünüyle sızlıyordu. Bir iki adımda benim için getirilen temiz sandalyeye oturdum. Seslere tepki ki bu hala duyduğuna işaretti;
“Eclip?” adımı onun ağzından duymayı o kadar özlemiştim ki, hissettiğim açlık bedenimi zehirliyordu. Sesi çok kısık çıkmıştı. Deli gibi odaklanmasam onu duymayabilirdim.
“Neden yaptın Sky?” dedim istifimi bozmadan keza vahim şeyler olabilirdi. Bu soru neden bu suçu işledin sorusu değildi, neden üstlendin sorusuydu. Yapmadığını biliyordum. Bildiğimi o da biliyordu.
“Burada olduğunu duydum.” deyiverdi.  Kelimler ağzından tek tek ve yavaş yavaş çıkmıştı. Benim ise soluklarım teklemişti. Zar zor aldığım nefesi titreyerek veriyordum. Kafamı tavana kaldırdım. Acı çektiğimi görmesini istemiyordum.
“Girişte… Bir şey… Okudum… Ağlarsan ölürsün. Bu da ne demek?” dedi. Gözlerini daha yeni açabiliyordu. Fark ettiğim başka bir şey daha vardı. Gözleri yaşlanmıştı. Hayranlıkla yaşlı gözlere bakıyordum. En son ne zaman ağladığımı hatırlamadığımı fark ettim.
“Ağlayamıyoruz. Güçsüzlük olduğu için. Gözlerimizde bir yonga var.” dedim. Sesimin tonu adeta boş bir duvardan çıkan sese benziyordu. Haddinden fazla toktu.
“Beni sen öldürecekmişsin?” dedi. Bu sefer sesi daha düzenliydi.
“Evet.”
“Peki, bir şey sorabilir miyim?” dedi gözlerinden yaşlar dökülerek.
“Evet.” dedim aynı toklukla ama bu sorusuyla korku tam olarak karnıma oturmuş, sendeleyen beynime kendisine sahip çıkmasını söylüyordu.
“Beni hala seviyor musun?” dedi yüzündeki her kas hareketinin kendisine verdiği şiddetli acıyı umursamayıp hıçkırarak ağlayarak. Tam olarak korktuğum soruydu. Gözlerimi gözlerine sabitledim. Kalbimin çığırarak ağladığını, bedenimin bu acıyla nasıl sızladığını gözlerimle anlatmak istedim. Yalan söylemeyecektim çünkü ona hiç yalan söylememiştim.
“Evet” dedim ve derin bir soluk verdim.
Titreyerek ağlamaya başladı. O ağladıkça ruhum parça parça oluyor, katil bedenim bile ona acıyordu.
“Peki… Senin içinde ağlayabilir miyim?”
Yutkundum ve “Lütfen!” dedim başımı yere doğru eğerek. Bunu isteyeceğim son kişi olsa da ağlamak içimde kalan ukdeydi. Onu da en az Sky kadar özlemiştim. Bu yapacağım son sorgu olduğu için rapor hazırlamama gerek kalmayacaktı bu yüzden hızlıca ayağa kalktım.
Sky, bedenindeki her acıya rağmen titreyerek ağlıyordu. İçindeki acı bedeninkilerinin yanında hiçbir şeydi. Tıpkı benim gibi…
Topuklu ayakkabılarımın sesi artık kulaklarıma ilişmiyordu. Hiçbir şey duymuyor görmüyordum. Sadece birkaç saat içinde öldüreceğim adamı düşünüyordum. Sevdiğim adamı… Sessizce odadan çıktım ve Sky’ı o güzel sıcacık gözyaşlarıyla yalnız bıraktım.
Birkaç saat sonra…
Buzdan toprak, ürpermeme karşılık veriyordu. Aklım gittikçe seviyenin altına düşüyor, beynim onu toparlamakta zorlanıyordu. Sanki kemiklerim kırılmış, kalbime defalarca bıçak sokulmuş gibiydi. Eksi kırk derece bir ortamda ve bir buz kütlesinin üstünde yürüyordum karşımda elleri bağlı diz çökmüş adama doğru…
Etrafta birkaç komutan ve çoğunluk olarak akrabalarım yer alıyordu. Her şey her zamanki gibiydi. Tek şeyi bilmiyorlardı. Sadece sevdiğim adamı öldürmeyecektim. Görevimi yerine getirip, bu yerden çekip gidecektim. Zaten dayanmam söz konusu bile değildi.
Sky, başını havada tutmaya çalışsa da başaramıyordu. Bana bakmak istiyor ama canımın acımasından korkuyordu. Baltam tüm titizliğiyle hazırlanmıştı. Parlatılmış, sanki her zamankinden daha çok cilalanmıştı. Ölümüm için beyaz bir elbise giymiştim. Boyu ayak bileklerime kadar uzanıyor, tülden yapılmış kolları ferahlık veriyordu. Her zamanki ciddiyetliğim yüzümde olsa da –son ana kadar kimsenin bir şey anlamasını istemiyordum- beyaz elbisem onları şaşırtmıştı. Normal şartlarda siyah giyer, katilliğime katillik katardım.
Sky çıplak ayaklarımı izliyordu. Topuklu ayakkabılarımı giymemiştim. Ne isem oydum. Ölümün kucağına tüm benliğimle atlayacaktım.
Baltamı elime aldım. Cayır cayır yanıyordu. Az önce buz gibi olan bedenim, kulaklarıma kadar yanıyordu. Her yerim titremeye başladı. İnsanlar bir gariplik olduğunu anlasalar da ses etmiyorlardı. Kol kaslarım gücünü yitirmişlerdi ama baltayı havaya kaldırmayı başardım. Nefes almıyor, sadece titriyordum. Çok hızlı yapmalıydım.  Canını yakmak istemiyordum. İçimden geçen son duaları zihnim kulaklarıma fısıldıyordu.  Tüm kuvvetimi kullanmalıydım. Artık hazırdım.
Büyük, acılı, ölümcül bir çığlık atarak baltayı Sky’ın boynuna indirdim. O kadar çok bağırmıştım ki gırtlağımda koca bir kan topunun kitleleştiğini hissedebiliyordum. Sky’a arkamı döndüm. Avuçlarımı yakan baltayı nazikçe yere bıraktım. Aynı çığlığı bir kere daha üst üste atarak zangır zangır titreyerek ağlamaya başladım. Bir insan ağlayarak intihar ediyordu. Ölümümün böyle olacağını kim bilebilirdi ki?
İnsanlar put kesilmişlerdi. Annem, babam komutanlar ve tüm akrabalarım. Hepsi intiharıma şahitlik ediyordu. Hepsi susuyordu, asla konuşmuyordu.
Beni çevreleyen insanları yararak gelen mızrak tam kalbime isabet etmişti. Onun bana doğru gelişini izlemek, buradan kurtuluşumu sağlayan tek şeydi. Onu gülümseyerek karşıladım ve sırt üstü uzandım. Gözlerimin hizasında Sky yere uzanmış elini görüyordum. Bu bir mucizeydi kurtuluyordum. Kanım içime şiddetle dolarken, karanlığın beni avuçlarına almasına izin verdim.


 -MİKİ