AĞLARSAN ÖLÜRSÜN
Yer, topuklarıma kafa tutuyordu
basıncının verdiği erotik haz ne kadar hoşuma gitse de tadını çıkartamazdım.
Mücadele etmem gerekiyordu. Zemine kafa tutup sinsice adımlarımı güçlendirdim.
Etrafımda bir yükselip bir alçalan sesler, karanlık gökyüzü altında cilveleşiyorlardı.
Ben ise… Ne zaman öleceğimi anlamaya
çalışan bir böcek gibiydim. Anlayacaktım, kararlıydım. Babam beliriverdi “hadi
eclip, hazır mısın?”
“baba korkuyorum” diyebildim. Bir
an da bakışlarının bir yılan gibi tısladığına yemin edebilirim. Bir çocuğun
sürekli söylediği ve bunu söylemesinin çok normal olduğu bir kelimeydi. Babamın
bakışları damarlarımda öfkenin parlamasına neden oldu. Elini bıraktım, kendim
yürüyecektim. Gözyaşlarımı içime atarak operasyonun gerçekleşeceği yere doğru
yürüdüm.
Hayatım boyunca da bunu
yapacaktım. Gözyaşlarımı içime akıtacaktım. Acımasızlığın, merhametin olmadığı
bu dünya bana da merhamet etmeyecekti. Bu yetmeyecek beni içerisine alacak ve
bir daha bırakmayacaktı. Peki, suçum neydi? Bu yer için doğmuş olmam mı? Yetmeyecekti,
biliyordum.
Gözümün içinde var olan küçük
plastik parça ellerimden sadece gözyaşlarımı almayacaktı. On beş sene boyunca
dostlarımı, sevdiklerimi, hayatımı, her şeyimi süpürecek; kendisinin
oluşturduğu yeni bir hayat yaratacaktı.
Ben ise sadece kasabamızın
suçlularını öldürmeyecektim. Her geçen gün ne kadar iyi duygum varsa onları da
öldürecektim. Madem öyleydi ben de öyle yapacaktım. Hayat beni buna
yükümlendirdi ise yapacak bir şey yoktu. Elimden gelenin en iyisini yapmaya
hazırdım.
…
Yarım saatlik ameliyat ve bir
saatlik uyku sonrası zihnim kendine gelmeye başladı. Narkoz beynime
hükmetmişti, başımın ağrısı da bunun bir göstergesiydi ama asıl ağrı
gözlerimdeydi. Öyle sızlıyordu ki sanki biri göz bebeklerime iğneler
saplıyordu.
Daha fazla dayanamayıp, gözlerimi
açma kararı aldım lakin başaramıyordum. Gözlerimin üzerine çekilen set buna
mani oluyordu. Bütün benliğimin parmaklarımın ucundan akıp gittiğini
hissedebiliyordum. Artık acımasız, vicdansız ve katil bir insan olacaktım.
Tabii buna insan denilecekse…
Beş sene sonra…
Topuklu ayakkabılarımın sesi
yürüdüğüm koridorda ‘komutanın kızı geliyor’ çağrısı yapıyordu. Herkes bana yol
açıyor ve geçmeme müsaade ediyorlardı. Ne kadar bundan haz almasam da bazen
onları korkutmak hoşuma gitmiyor değildi.
Komutanın kızı olmam haricinde
benden korkmalarının bir sebebi daha vardı: vazifem. Burada köyün suçluları
ağır cezalar alır ya da öldürüldü benim ilgili olduğum suçlu kadrosu ise:
tecavüzcüler idi. Ben ceza vermiyordum, çok ağır bir şekilde öldürüyordum.
Acımıyor, merhamet göstermiyordum. Bu tür duyguların bulunduğu yerde hüzün ve
üzüntü peyda olur ve sonuç gözyaşıdır. Hiçbir yol buna çıkmamalıdır.
Buradan önceki hayatım, içimde
barındırdığım bir sandığın içindeydi. Her türden güzel duygularım; hüzünlerim,
merhametim, vicdanım; sonra sevdiklerim, geçmişimde kaybolup giden dostlarım,
aşklarım… Hepsi oradaydı ve orada olması beni felakete götürmesi için çok
muhtemel bir sebepti. Onu yok etmem gerekiyordu ama yapmıyordum, yapamıyordum.
Onların orada barınması beni şu bacaklarımın üstünde tutan şeydi. Enerjimi,
gücümü oradan alıyor oradan besleniyordum. Onu yok etmem demek bütün varlığımı
ortadan kaldırmam demek olurdu.
Karınca yavrusu gibi önümde
dağılan topluluk yolumu benim sonsuz yeşilliğime açmışlardı. Köyümüzün en
sevdiğim yeri, saklandığım eşsiz ormanıydı. Kendimle yüzleştiğim tek yer
orasıydı. Orada kendime yalan söylemiyor, içimi ormanın pürüzsüz esintisine
döküyordum. Adımlarımı hızlandırdım, bir an önce varmak istiyordum.
Ayaklarımın altından kulaklarıma
kadar gelen çalı çıtırtılarının sesi, içimi gıdıklıyordu. Yavaşça esen rüzgâr
ciğerlerimi temiz oksijenle dolduruyor, adımlarımın hızı her geçen saniye daha
da azalıyordu. Ellerim ağaçların tırtıklı gövdelerinde geziniyor, parmak
uçlarımdan kaybettiğim benliğimi buluyor gibi oluyordum. Göz kapaklarım çoktan
düşmüştü. Güneşin, ağaç yapraklarının arasından bana göz kırpışlarını kaçırmak
istemiyordum. Yavaşça aralayıp bakışlarımı gökyüzüne çevirdiğimde sıcak ışığın
tenimi sevmesine -büyük bir memnuniyetle- izin verdim. Kuş cıvıltıları
yaprakların hışırtısına eşlik ediyor, güneşle olan bu romantik anıma şahit
oluyorlardı. Bünyeme ağır gelen şiddetli huzur, bacak kaslarıma ağır geliyor ve
yapışık ıslak yosunlarla kaplanmış bir kayanın oturmama sebep oluyordu. Ruhum
bedenimden ayrılıp, delicesine burada kaybolmak istiyordu. O kadar haklıydı ki…
Bu kirli bedenin içine hapsolmuştu. Parmaklıkların ardından yaptıklarımı
izliyor ve içimde acı çekiyordu. Beni istemiyordu.
Aniden anlımdan kurşunlanmışım
gibi zihnimden bir görüntü gözlerimin önünde beliriverdi. Bir adamın kafasını
500 yıl boyunca sivriltilmiş bir baltayla kesişim ve ılık, yapışık kanın ağzıma
doluşu… Beynim uyuşmaya midem kavrulmaya
başladı. Soluklarım hızlandıkça hızlanıyor, akciğerlerim gittikçe daha çok
sızlıyordu. Vücudumdan dehşetle çıkan ateş, derimi yırtarcasına yakıyordu.
Kaslarım keskin bir ip gibiydi. Organlarımı doğruyor içimde bir katliamın
çıkmasına sebebiyet veriyordu. Beynim bu katliama dayanamayacak ‘yeter bu
kadar’ deyip zihnimi kapatacak diye bekliyordum ama yapmıyordu. Ruhum ölümcül
çığlıklar atıyorken bedenim ise bana işkence etmeye devam ediyordu.
Bu debdebe içerisinde gözlerimi
acıyla açtığımda ayaklarım var gücüyle beni bir nehir kenarına getirmişti.
Topuklu ayakkabılarım çoktan ayağımdan çıkmıştı. Çıplak ayaklarımı kesip biçen
otlar onları çok sevmemin karşılığını veriyorlardı. Nehre vardım ve ayaklarımı
nehrin soğuk suyuna daldırdım. Ayak tabanımda açılan küçük kesiklerden süzülen
kanı izliyordum. ‘bu neydi ki?’ diye düşündüm. Ben arterin yüzüme püskürttüğü
kanın koyuluğu arasında boğulmuş bir insandım. Sanırım midem bu düşünceme daha
fazla dayanamayıp ne varsa yakarak ağzımdan çıkardı.
Ayaklarımı sudan çıkarıp yüzümü
yıkamaya karar verdim. Şu an o katil kadından eser yoktu. Yüzüme çarptığım her
darbe keskin suyun haşinliğiyle beni kendime getiriyordu. Bünyem sakinleşmeye
başlamış olsa da bir gün yine bu hale geleceğimin farkındaydım.
Acılarımın ağırlığını gözyaşlarımla
dindireceğime bilincimin de yardımıyla kusarak bastırıyordum. Aklımın
derinliklerinden gelen fısıltılar kulaklarımı kemiriyordu. Onları susturmaya
çalışmak yerine işkence görmeyi tercih ederdim keza delice bir eziyetti.
Kaçmamı ve kendimi kurtarmam gerektiğini söylüyor tam böyle vakitlerde üzerime
çullanıyordu. Çünkü en zayıf olduğum anlar tam olarak bu anlarımdı. Bedenim,
taşıdığım yükün verdiği ıstırabı bazı vakitlerde kaldıramıyor ve ruhumu biçare
halde yapayalnız bırakıyordu.
Güneş gidişini belli etmeye
başlamış, arkasından bıraktığı siyahlığın açık mavi göğü silmesine müsaade
etmişti. Kuşlar yuvalarına, ayılar inine girmeye başlamış; güneşin gidişiyle
içine kapanan çiçekler, arıları kovanlarına kapatmıştı. Orman yavaşça uykuya
geçiyordu. Oturduğum nehir kenarından kalkıp ayakkabılarımı bıraktığım yere
doğru yürümeye başladım. O an da bende vicdanımı uykuya geçirdim, ayakkabılarımı giydim ve yarattığım korkulu
gözlerin içinde kaybolmak üzere inime çekildim.
Yine o tiz siren sesiyle uyandım.
Kulaklarımı adeta tırmalıyor beynimi lime lime ediyordu. Bu aynı zamanda benim
içindi. Bir suçlu vardı. Kalbim göğüs kafesimden çıkacakmış gibi atması
belimden aşağısının uyuşmasına sebep oluyordu. Ruhumun içimde kıvrandığını
hissediyor ve hiçbir şey yapamıyordum. Ciddi yüz maskemi suratıma yerleştirdim,
hazırlandım ve aynaya baktım.
Ürkütücüydüm. Bu beni başka bir
yerde görsem ödüm kopabilirdi. Boydan geçirilen siyah kıyafetim, işimi
ciddiyetle yaptığımın bir göstergesiydi - babam genellikle öyle söyler-.
Saçlarımı atkuyruğu yapmıştım. Bu kaşlarımı gergin tutmamı sağlıyor ve
ciddiyetime ciddiyet katıyordu. Güç göstericilerimi giydim – topuklu
ayakkabılarımı-. Artık tamamdım.
Bir adam daha öldürecektim. Başka bir
tecavüzcüyü… Böyle telaffuz edince içim biraz daha soğuyordu. Bu ağır suçu onun
ölümüne sebep oluyor ve bunu hak ediyordu. Ben son nefesini almadan önce
işkencelere maruz kalıyor ve elime geldiğinde zaten ölmek için yalvarıyordu.
Tecavüz, vicdanın ölüm durağıydı. Bundan sonrası acımasızlığın kör duvarları
altında kalmaktan başka bir şey değildi.
Gücümü yerden aldıkça alıyor
silmem gereken düşünceleri, duyguları siliyordum. Zihnime katil sinyalleri
gönderiyor karakterimi tümüyle karanlığa boğuyordum. Her adımım da buna daha
çok daha çok bürünen ruhum ise çırpınmaktan pes ediyor ve kendini kucağıma
bırakıyordu. Gerilen bacak kaslarım yürümemi zorlaştırsa da zamanın verdiği
deneyimle bunun üstesinden gelmeyi başarıyordum.
Sorgulama alanına geldiğimde boyu
iki metre olan iki asker, suçlunun kollarına girmiş yerlerde sürünen bedenini
ayakta tutmaya çalışıyorlardı. Yanlarına doğru yaklaştım. Askerler beni
gördüklerinde hazır ol durumuna geçtiler ve adamın aciz bedeni ayaklarımın
önüne serildi.
Gözlerimi yerde çamura bulanmış
adamdan çekip askerlerden birinin soğuk suratına baktım ve:
“İsmi nedir?” diye sordum. Bu
bilmem gereken hususlardan birincisiydi. Babam bunu pek önemsemezdi hatta bazen
adını bile sormadan işkenceye gönderdiği olurdu. Ama ben yapmıyordum. Ne kadar
silmeye çalışsam da geçmişimdeki insanların hepsini her şeyiyle hatırlıyordum.
Karşıma çıkmaları benim ölüm fermanım olabilirdi.
Suratına doğru baktığım asker
selam verip “Sky Drimm” dedi. Kelimeler ağzından çıkarken ki zaman o kadar yavaştı
ki harflerin tek tek acıta acıta kulaklarıma geldiğini beynime yediğim bir
vurgunla hissetmiştim. Ölüm fermanımı az önce zikretmem ve anında imzalanması
hayatımda ilan edebileceğim en büyük ironiydi.
Şaşkınlığım yüzümden okunuyor
olacak ki asker ‘ne var?’ dermişçesine yüzüme bakıyordu. Kafasının tamamı çamura gömülmüş olan adam
yüzüme bakmaya çalışarak kafasını yerdeki çamur batağından kaldırdı. Canının
yandığını bağıramadığı sesinden, hareketinin oluşturduğu acıyı kaşlarındaki
çaprazlaşmadan anlıyordum. Artık tamamen emindim. Bu oydu. İçimde köşe bucak
sakladığım benim bile delicesine kaçtığım gizli sandık açılmıştı. Karşımda
gözlerine dehşetle baktığım insan geçmişimden şu anıma bir meteor gibi
düşmüştü. Ölüm fermanımı zihnim bilircesine tararken, kılcal damarlarıma kadar
hissettiğim adrenalin vücudumu akıl almaz bir titremeye bırakıyordu. Daha kötüsü
ise eskiden ona hayatımı adamış olmamdı…
Acıyla yanan gözleri hala
aynıydı… Işıl ışıl. Bir adrenalin patlaması daha bedenime püskürdü. Gırtlağıma
kadar hissettiğim heyecan duygusu beni korkutmaya başlamıştı. İki adım
gerilemek zorunda kaldım. Beni tanımaya çalışıyor, tanıyor gibi oluyor sonra
vazgeçiyordu. Yaşadığı işkence bilinç bulanıklığı yapmış olmalıydı.
“İşkenceye götürün!” emrini
verdim. Birkaç saniye daha beklemem ona sarılıp ağlamam için yeterli bir süre
olabilirdi. Askerler Sky’ı yerden kaldırdı ve sürükleyerek koğuşa doğru
götürdü.
Nabzım beynimde atıyor gibiydi. Avuçlarım
terlemeye dizlerim titremeye başladı. Kulaklarım çınlıyor, zihnime düşen anılar
gözlerimin önüne kesik kesik geliyordu. Ellerimi tuttuğunda hissettiğim tarif
edilemez sıcaklık, gözlerime baktığında bakışlarındaki ışıltı… Masumane bir
sevgiden doğan, küçük olsak da birbirini kocaman seven bir çifttik. Kalbimin atışlarını
göğsüme yaptığı sert vuruşlarından ne kadar vahim bir durumda olduğumu
anlıyordum. Nefes alışverişlerim hızlandığından dolayı başımın dönmesi ve
zeminin tabanlarımın altından kayması bir oldu.
Sendeledim ve aniden babamın tek
hamleyle kolumdan tutuşu, çamurla banyo yapmamı engelledi. Gözlerindeki dehşet
verici kini ve öfkeyi iliklerime kadar hissediyordum. Tek kelime bir şey
sormayıp söylemeden tuttuğu kolumdan çekiştirmeye başladı.
Çadırı, etrafına dizilen
çadırlardan daha büyüktü. Bazen çadırının içinde ailecek (asla muhabbetin
olmadığı konuşulsa bile iyi şeylerin konuşulmadığı bir aile sofrası olurdu.)
yemek yiyor evimizde kalmak yerine çadırda kalıyorduk.
Kolumu sıktığı yer uyuşmaya
başlamıştı ki, çadırın içine gelince bıraktı. İçerde, tahta bir çalışma masası
vardı. Ölüm listelerinin olduğu kocaman dolabı vardı ve bunu masasına yakın
koymayı tercih ederdi. Her şey elinin altında olmalıydı. Çadırının bir
köşesinden diğer köşesine uzanan bir dolap daha vardı ki küçükken buraya
geldiğimde en çok korktuğum şey bu dolap olurdu. İçinde büyükten küçüğe doğru
dizilen bıçaklar ve silahlar asılıydı. Eski olduklarından dolayı babam onları
kullanmıyordu.
-‘Atalarımızın mirasları’ diye
söylenir durur hep-.
“Kim o adam?” dedi yüzüme doğru
hırlayarak. Beni çekiştire çekiştire getirdiğinden dolayı içimde barınan öfkem
bu sözüyle daha da alevlenmişti. Kim olduğunu sorduğuna göre de hatırlamamıştı.
Benimle oynuyor olma ihtimalini de bir kenara atarak vereceğim cevabı düşünmeye
başladım. Bilmezlikten mi gelmeliydim yoksa doğruyu direk söylemeli miydim?
Bilmezlikten gelsem anlayacaktı, doğruyu söylesem canımı…
“Yeni suçlu” diyerek ortamı
toparlamaya çalıştım. Başka yöne dönük olan yüzünü bana çevirdi. Sol kaşı
havadaydı. Hatırlıyordu. Kalbimin adeta içine çekilip sıkıştığını
hissediyordum. Yavaş adımlarla üzerime doğru gelmeye başladı.
“Kim olduğunu gayet iyi
biliyorsun Eclip. Bende gayet iyi biliyorum. Onu gördüğün zamanki halinin de
her anına şahidim. Umarım şüphelerimde yanılmışımdır değil mi kızım?”
Bana sadece kızdığı zamanlarda
kızım derdi. Öfkesinin şiddetini hem buradan hem de bunları söylerken ki
tıslamasında anlaşılabilirdi. Alnımdan
gelen ter damlası yanağımı yakarak akıp gidiyordu. Gözlerini gözlerimden
ayırmıyor vereceğim cevap alnımdan süzülen ter oluyordu.
Tekrar koluma yapışıp sürüklemeye
başladı. Yürüdüğümüz yol işkence odalarına doğruydu. Zihnimden geçen ani tahmin
bilincimin uyuşmasına neden oluyordu. Bu iyi bir şeydi bayılırsam benim
kurtuluşum olabilirdi. Sendeleyerek, tökezleyerek Sky’ın olduğu işkence
odasının önüne geldik. İşkence odalarında suçlunun derecesine göre muamele
edilirdi. Tecavüz yüksek mertebelerden biriydi ve acıma yoktu. Saatlerce
dövülüp aç bırakılır, kırbaçlanır ve sağ kolu kesilirdi. Bana işkencesini
izletecekti. Ben hamle yapıp elinden kaçmayı düşünürken bir askere işaret verdi
ve:
“Ellerini tut ve asla bırakma”
dedi. Asker bir bana bir babama bakıyordu. Babam sol ayağını yere vurup
“Hemen!” diye bağırdı.
Asker beni el bileklerimden
yakaladı ve belimde birleştirdi. Yapmaması için yalvaran bakışlarımı babama
gönderiyordum. Vücuduma yüklenen ağır adrenalinden olacak ki sırtım deli gibi
yanıyordu. İstesem kolayca buradan kurtulabilirdim ama babama kendimi kanıtlama
kararı verdim. Aksi takdir de benimle sürekli uğraşacak ve canımı yakacaktı.
Bir kez olsun tüm gücümle dayanmak en iyisiydi. Ama son bir kez şansımı denemek
istedim ve babama acıklı bakışlarımla:
“Yapma baba, lütfen” dememle
beraber bakışlarını daha çok sertleştirdi. Yanıma doğru yanaşarak kulağıma
eğildi “Senin için Eclip”. Korku duygusunun benliğimde bu kadar canlı bir
şekilde hissettiğimi daha önce bilmiyordum. Ağlarsam ölürdüm ve görevimi yerine
getiremezdim. Eğer getiremezsem ailem yok edilecekti. ‘Ağlarsan Ölürsün’
kuralından sonra gelen en önemli kurallardan biri de buydu. Görev sahiplerinden
biri kendi görevini icra etmediği takdir de ailesi yok edilirdi çünkü sadık
olmayan görevli sadık olmayan bir aileye sahip demekti.
Bu işin sonunda içimde sakladığım
adamı öldürmek vardı. Düşüncesi bile göz pınarlarımı harekete geçirmeye
yetiyordu bu yüzden kendime ‘sakın’ telkinleri vermeye başladım. Böyle
düşününce şu anı atlatmak daha olası gelmişti. Bir sonraki darbeye daha kolay
hazırlanabilirdim. Babamı ne kadar sevmesem de babam olması onun ölmesini
istememe yetiyor, artıyordu.
İşkence odalarını
izleyebileceğimiz bir kabin vardı. Asker babamın kafa işaretiyle beni kabine
doğru ittirmeye başladı. Siyah kaplamayla kaplı cam onun beni görmesini
engellese de ben onu görebiliyordum. Her ayrıntısına kadar… İki zebani adam tepesindeydi. Yüzündeki
kurumuş kan sivrilmiş çenesinde sabitlenmişti. Sağ tarafının koca bir morluğun
oturmuş olmasından elmacık kemiğinin kırıldığı belli oluyordu. Saçları kan
bulamacının içinde kaybolmuş siyah rengini daha da koyulaştırmıştı. Üzerinde
beyaz bir sporcu atleti vardı.
Deniz eşsiz sesini kulaklarımıza
bahşediyordu. Ben gözlerimi kapatmış bu güzelliğe taparken, Sky’ın bakışlarını
üzerimde hissedebiliyordum. Sahil en sevdiğimiz yerdi. Oturur ve gelip
geçenleri, martıları izler, denizin akışına kendimizi kaptırırdık. Sky en çok
koşan insanlara bakar ve onlar gibi olmak isterdi.
“Biliyor musun Eclip, ben de
böyle koşmak istiyorum. Hayatım boyunca koşmak istiyorum.” Kapalı gözlerimi
açıp, bana bakan heyecanlı gözlerine baktım. Işıl ışıldı.
“Ama beraber…” dedim yanına
sokularak. Omzuna yatmayı çok severdim saçlarımı okşamaya çalışırdı ama
beceremezdi bende gülüp, eğlenirdim.
Şimdi ise omuzlarına yüzünden
akan kan birikintileri birikmiş top haline gelmişti. Her yeri mor halkalarla
doluydu. Gözlerinin üstündeki şişlik bir beyzbol topu kadardı. Zebaniler Sky’ı
oturttukları yerden bir hamleyle kaldırdılar ve kollarını arkasında bulunan
demirlere iki yandan astılar. Kırbaçlanacaktı. Zebanilerden biri kırbacı
getirdi ve diğerine verdi. Ayak tabanlarımdan şiddetli yangının izleri
yükselmeye başladı. Organlarım sıkışıyor kalp atışlarım dağarcığının
zirvelerini yaşıyordu. Dişlerimi sıkma kararı vermiştim. İki çenemi birbirine
kilitledim. Bu sayede içimde kopan kıyameti babam duymayacaktı.
Her kırbaç darbesi Sky’ın
ağzından kan püskürmesine ve her kırbaç darbesi, bir köprü üzerinden ölüme gidişimin sebebi
oluyordu. Ayak tabanlarımda başlayan ve belime
kadar gelen yangı mideme ölümcül çığlıklar attırıyor, ciğerlerimdeki soluğu içime
hapsettiriyordu. Göğsüm yanıyor, başım dönüyordu. Beynim vücudumun hâkimiyetini
kaybetmiş hiçbir sistem işlevini yerine getirmiyordu. Çenemi o kadar sıkışmıştım ki acısı
kulaklarımı çınlatıyor, beynimi uyuşturuyordu.
Kırbaç sesi Sky’ın bedeninden
ciyaklayarak odada yankılanıyordu. Zebanilerden biri kırbaç darbelerine devam
ederken diğeri içeri girip getirmesi gereken materyali getirdi. Sıradaki adım
sağ kolunu kesmeleriydi. Kendime bunun bir sonraki adımdan daha kolay olduğunu
ikna etmeye çalışsam da vücudumdaki tek bir hücre dahi buna inanmıyordu. Lakin
iyi bir yalancıydım bakışlarımın sakin ve sabit olması babamı sakinleştiriyor
gibiydi. ‘Bu ne işe yarayacaktı ki?’ dedi zihnimin kuytularından bir ses. Bana
daha fazla eziyet etmeyecekti. En azından güvende hissetmeleri için bunu yapmam
gerekiyordu. O sırada zebani demir bir baltayı yerde sürükleyerek getirdi. Ses
o kadar ürkütücüydü ki ruhumu bedenimden söküp alabilirdi.
Sky’ın asılı kollarını
yerlerinden çıkarttılar ve kucaklayıp yine aynı yerine oturttular. Asla hareket
edemiyordu. Adeta bir kan havuzundan çıkmış gibiydi. Bedenin her köşesinde kan
şelalesi bulunuyor, dehşet derecede kan kaybediyordu. Bu yüzden zebanilerden
biri karnından başlayarak tüm bedenini sargı beziyle sarmaya başladı. Aksi
halde bana kalmadan ölecekti. Sky, gözlerini dahi açamıyor sadece ağzı açık
inliyor, arada bir titriyordu. Sargı, kan rengi vücudunu örterken diğer zebani
sağ kolunu masaya yatırdı. Kafam tamamen uyuşmuş, cayır cayır yanıyordu. Yangı
her tarafımı sarmış patlamaya hazırlanan bir yanardağ gibi son sıçrayışını
bekliyordum.
Zebani baltasını kaldırdı. Ben
bakışlarımı Sky’ın gözlerine sabitledim. Bu anı onun gözlerinden izleyerek onu
öldürüşümün hazırlığını yapıyordum. Göz kapaklarıma açık kalmalarına adına emir
verdikten sonra zebanı baltayı Sky’ın koluna indirdi.
Sky’ın ölümcül feryadı herkesi
benim gibi kusturabilirdi. Ruhum bedenimden ayrılıp gitmişti. Ayaklarım
karıncalanıyor, avuçlarım kanıyordu. Sadece dişlerimi değil anlaşılan
avuçlarımı da sıkıp tırnaklarımı etime geçirmiştim. Bedenim yere yığıldı.
Kendimi kaldıramıyordum. Tonlarca ağırlıkta cansız bir eşyadan farksızdım. Kalp
atışlarım yavaşlamaya bedenim soğumaya başladı. Artık bende bir ölüydüm.
Aslında bu Sky’ı ilk gördüğüm anda zihnimin arkalarından gelen sesin söylediği
bir sözdü. ‘Artık sende bir ölüsün’. Bunu tekerrürlerle dilimde dolandırırken
bilincimi iyice kaybediyordum. Son kez tekrarlayıp geri kalanını bilinçaltımın
kollarına bıraktım.
Gözlerim babamın donduran
bakışlarıyla buluştu. Vücudum Sky’ın çektiği her işkenceyi çekmişçesine acı
içindeydi. Kalkmaya çalışsam da ne karın ne bacak kaslarım buna müsaade
ediyorlardı. Babama yalvarırcasına bakarak “Baba kalkamıyorum” diyebildim.
Elini alnıma koydu. Bu hareketini ne kadar bir şefkat gösterisi olarak görsem
de bakışları hala aynıydı. “Beş dakikan var Eclip suçlunu sorgulaman
gerekiyor.” Bu işkence izlemekten daha
beter bir şeydi. Ona bakmak ve konuşmak benim için ağlamak kadar imkânsızdı.
Doğruldum ve başımın dönmesinin geçmesini bekledim. Aksi halde yerlerde
yuvarlanmak istemiyordum. Düşünmem gereken ona sorularımı nasıl sormam
gerektiğiydi. Birine tecavüz etmesini her ayrıntısıyla sorgulamam gerekiyordu.
Ölüm, ona karşı sergilediğim her adımda uzaktan şarkılar fısıldıyordu.
Sonunda sorgu odasının önüne
geldik. Babam bir an yanımdan ayrılmıyordu. Kulağıma eğilerek:
“Sizi sadece ben izleyeceğim, ona
istediğini sor, söyle.”
Bu benim için bir velinimetti.
Sorguyu sadece komutan değil birçok görevliyle beraber izlenirdi. Nasıl bir
ayarlama yaptığını bilmiyordum ama babama minnettardım. Bu minnettarlığımı
gösterircesine kafamı salladım.
Sorgu odası çürümüş kan
kokuyordu. Duvarlara yapışan kan izleri, Sky’a acıyıp ağladıklarının bir
göstergesiydi. Çektiği işkencelere duvarlar dahi şahit olmakta zorluk çekmiş
gibiydi. Zeminin yapışkanlığı tabanlarımın kaymasına sebep oluyordu. Buraya
daha önce defalarca girmeme rağmen hiç bu kadar kötü bir vaziyette görmemiştim.
Varlığım bütünüyle sızlıyordu. Bir iki adımda benim için getirilen temiz
sandalyeye oturdum. Seslere tepki ki bu hala duyduğuna işaretti;
“Eclip?” adımı onun ağzından
duymayı o kadar özlemiştim ki, hissettiğim açlık bedenimi zehirliyordu. Sesi
çok kısık çıkmıştı. Deli gibi odaklanmasam onu duymayabilirdim.
“Neden yaptın Sky?” dedim
istifimi bozmadan keza vahim şeyler olabilirdi. Bu soru neden bu suçu işledin
sorusu değildi, neden üstlendin sorusuydu. Yapmadığını biliyordum. Bildiğimi o
da biliyordu.
“Burada olduğunu duydum.”
deyiverdi. Kelimler ağzından tek tek ve
yavaş yavaş çıkmıştı. Benim ise soluklarım teklemişti. Zar zor aldığım nefesi
titreyerek veriyordum. Kafamı tavana kaldırdım. Acı çektiğimi görmesini
istemiyordum.
“Girişte… Bir şey… Okudum…
Ağlarsan ölürsün. Bu da ne demek?” dedi. Gözlerini daha yeni açabiliyordu. Fark
ettiğim başka bir şey daha vardı. Gözleri yaşlanmıştı. Hayranlıkla yaşlı
gözlere bakıyordum. En son ne zaman ağladığımı hatırlamadığımı fark ettim.
“Ağlayamıyoruz. Güçsüzlük olduğu
için. Gözlerimizde bir yonga var.” dedim. Sesimin tonu adeta boş bir duvardan
çıkan sese benziyordu. Haddinden fazla toktu.
“Beni sen öldürecekmişsin?” dedi.
Bu sefer sesi daha düzenliydi.
“Evet.”
“Peki, bir şey sorabilir miyim?”
dedi gözlerinden yaşlar dökülerek.
“Evet.” dedim aynı toklukla ama
bu sorusuyla korku tam olarak karnıma oturmuş, sendeleyen beynime kendisine sahip
çıkmasını söylüyordu.
“Beni hala seviyor musun?” dedi
yüzündeki her kas hareketinin kendisine verdiği şiddetli acıyı umursamayıp
hıçkırarak ağlayarak. Tam olarak korktuğum soruydu. Gözlerimi gözlerine
sabitledim. Kalbimin çığırarak ağladığını, bedenimin bu acıyla nasıl
sızladığını gözlerimle anlatmak istedim. Yalan söylemeyecektim çünkü ona hiç
yalan söylememiştim.
“Evet” dedim ve derin bir soluk
verdim.
Titreyerek ağlamaya başladı. O
ağladıkça ruhum parça parça oluyor, katil bedenim bile ona acıyordu.
“Peki… Senin içinde ağlayabilir
miyim?”
Yutkundum ve “Lütfen!” dedim
başımı yere doğru eğerek. Bunu isteyeceğim son kişi olsa da ağlamak içimde
kalan ukdeydi. Onu da en az Sky kadar özlemiştim. Bu yapacağım son sorgu olduğu
için rapor hazırlamama gerek kalmayacaktı bu yüzden hızlıca ayağa kalktım.
Sky, bedenindeki her acıya rağmen
titreyerek ağlıyordu. İçindeki acı bedeninkilerinin yanında hiçbir şeydi. Tıpkı
benim gibi…
Topuklu ayakkabılarımın sesi
artık kulaklarıma ilişmiyordu. Hiçbir şey duymuyor görmüyordum. Sadece birkaç
saat içinde öldüreceğim adamı düşünüyordum. Sevdiğim adamı… Sessizce odadan
çıktım ve Sky’ı o güzel sıcacık gözyaşlarıyla yalnız bıraktım.
Birkaç saat sonra…
Buzdan toprak, ürpermeme karşılık
veriyordu. Aklım gittikçe seviyenin altına düşüyor, beynim onu toparlamakta
zorlanıyordu. Sanki kemiklerim kırılmış, kalbime defalarca bıçak sokulmuş
gibiydi. Eksi kırk derece bir ortamda ve bir buz kütlesinin üstünde yürüyordum
karşımda elleri bağlı diz çökmüş adama doğru…
Etrafta birkaç komutan ve
çoğunluk olarak akrabalarım yer alıyordu. Her şey her zamanki gibiydi. Tek şeyi
bilmiyorlardı. Sadece sevdiğim adamı öldürmeyecektim. Görevimi yerine getirip,
bu yerden çekip gidecektim. Zaten dayanmam söz konusu bile değildi.
Sky, başını havada tutmaya
çalışsa da başaramıyordu. Bana bakmak istiyor ama canımın acımasından
korkuyordu. Baltam tüm titizliğiyle hazırlanmıştı. Parlatılmış, sanki her
zamankinden daha çok cilalanmıştı. Ölümüm için beyaz bir elbise giymiştim. Boyu
ayak bileklerime kadar uzanıyor, tülden yapılmış kolları ferahlık veriyordu.
Her zamanki ciddiyetliğim yüzümde olsa da –son ana kadar kimsenin bir şey
anlamasını istemiyordum- beyaz elbisem onları şaşırtmıştı. Normal şartlarda
siyah giyer, katilliğime katillik katardım.
Sky çıplak ayaklarımı izliyordu.
Topuklu ayakkabılarımı giymemiştim. Ne isem oydum. Ölümün kucağına tüm benliğimle atlayacaktım.
Baltamı elime aldım. Cayır cayır
yanıyordu. Az önce buz gibi olan bedenim, kulaklarıma kadar yanıyordu. Her
yerim titremeye başladı. İnsanlar bir gariplik olduğunu anlasalar da ses
etmiyorlardı. Kol kaslarım gücünü yitirmişlerdi ama baltayı havaya kaldırmayı
başardım. Nefes almıyor, sadece titriyordum. Çok hızlı yapmalıydım. Canını yakmak istemiyordum. İçimden geçen son
duaları zihnim kulaklarıma fısıldıyordu.
Tüm kuvvetimi kullanmalıydım. Artık hazırdım.
Büyük, acılı, ölümcül bir çığlık
atarak baltayı Sky’ın boynuna indirdim. O kadar çok bağırmıştım ki gırtlağımda
koca bir kan topunun kitleleştiğini hissedebiliyordum. Sky’a arkamı döndüm.
Avuçlarımı yakan baltayı nazikçe yere bıraktım. Aynı çığlığı bir kere daha üst
üste atarak zangır zangır titreyerek ağlamaya başladım. Bir insan ağlayarak
intihar ediyordu. Ölümümün böyle olacağını kim bilebilirdi ki?
İnsanlar put kesilmişlerdi.
Annem, babam komutanlar ve tüm akrabalarım. Hepsi intiharıma şahitlik ediyordu.
Hepsi susuyordu, asla konuşmuyordu.
Beni çevreleyen insanları yararak
gelen mızrak tam kalbime isabet etmişti. Onun bana doğru gelişini izlemek,
buradan kurtuluşumu sağlayan tek şeydi. Onu gülümseyerek karşıladım ve sırt
üstü uzandım. Gözlerimin hizasında Sky yere uzanmış elini görüyordum. Bu bir
mucizeydi kurtuluyordum. Kanım içime şiddetle dolarken, karanlığın beni
avuçlarına almasına izin verdim.